Nisan Yağmurları


Oldum olası yağmuru severdim. Grileşmiş gökyüzü bahar yağmurunu taşıyan bulutlarla kapkara kaplanırdı. Arada şimşek çakar ardından yüreklere korku salan gök gürültüsü gelirdi. Çocukluğumdaki nisan yağmurları korkutucu değildi yine de. Yarım saat bilemedin bir saat kadar sürer, sonra o yağmur yağmamış, o şimşek çakmamış gibi geçip giderdi. Pırıl pırıl sapsarı güneş ışıldatırdı yeryüzünü. Ağaç yapraklarından damlayan yağmur damlaları doğaya kendi melodisini katardı. Yapraklar tertemiz pir-ü pak olmuş, yeşilin en güzel tonuna boyanırdı. Toprak çoktandır hasret kaldığı suyu çabucak yutar, kaldırımlar yıkanmış olurdu. Sanki baharın tüm tazeliği birden fışkırırdı her tarafa. Ya da dikkatimi yeni çektiğinden miydi böyle sanıyor olmam, bilmiyorum. Ama tabiat ana tabiat ana olalı bunca sevimli gelmemiş olurdu bana.  
Bir dinginlik, temizlenmişlik, bir tamlık duygusu sarardı içimi. Sanırım bu yağmuru yeryüzündeki herkes sevinçle karşıladığından olsa gerekti, ortalığa yayılan sevecen yumuşaklığı hissederdim. Annem nisan yağmuru toplardı çanaklarda şifa niyetine. Üzerine ayet-el kürsi okur sonra da tüm çocuklarına birer yudum içirirdi, şifa bulsunlar diye. Arınmış hissederdim. Kuvvet bulduğumu, yenilendiğimi, beni yatağa düşüren kabakulak belasını atlattığımı bilirdim. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama iyileştiğimi bilmiştim.
Ama sonra… Büyüdükten sonra… Ve şimdilerde yağmurun bereketinden çok helaki getiren, yıkıcılığı dikkatimi çekmeye başladı. Çocukluğumdan daha fazla yağmurdan korkmaya başladım. İne tabiatı temizliyordu, o arınmışlık hissini belli belirsiz hissettiriyordu ama daha güçlü bir hissedişle felaketlerin kapımıza kadar geldiğini de hatırlatmak istiyor gibiydi artık. Durdurak bilmeyen, bendini aşmış seller artık insanları canından bezdirir olmuştu. Doğaya yaramıyordu da şehirleri alt üst etmeye yarar olmuştu yağmur. Cisil cisil yağışıyla ruha dokunan, yüreği şefkatle titreten büyülü etkisi, yerini yürekleri ağza getiren dehşetin habercisi olmuştu. Artık bereket taşımıyordu bulutlar, zehir yüklü suyu taşıyorlardı. Hayatın membaı, hayatı var etmeye değil, yok etmeye karar vermişçesine taşarcasına, yıkarcasına geliyordu artık. İçimlik berrak suyu değil, çamurlu balçık gibi suyla geliyor, azap eder gibi önündeki engelleri yıkarak geliyor, insanlara acımasızlıklarını iade ediyordu. İnsan, sele verdiği kurbanlarının acısını yüreğinde katlayarak çamurlu suya sitem eder oldu artık. Bugünlerde yağmur yağmaya başlar başlamaz dehşet katsayısı artıyor insan da. Belki de yalnız ben böyle hissediyorum. 
Tüm bunlarda ne bulutun ne yağmurun suçu vardı, biliyorum. Bütün suç doğayı katleden yıkıcılıkta, doğayı tahrip etmede sınır tanımayan insandaydı. Doğa intikamını alıyordu sadece. Belki de insana kendi elleriyle yapıp ettiklerinin bir kısmının aracı oluyordu. İnsan kendine gelsin, doğayla, genetikle, insanı insan yapan değerlerle savaşmasın diye uyarıyordu. Yapay yağmurlar yağdırarak tabiatın dengesini bozan insana olan öfkesini çağlayarak anlatmaya çalışıyordu belki de. Anlayabilen, ders çıkarabilen var mı bilmiyorum. 
Sanıyorum yaşadığımız sel felaketinden sonra usulca yağan yağmurlara hasret kaldık hepimiz. Çocuk masumiyetinin sevincini hatırlatan yağmurlara…