Son yıllarda tarım sektörü, yatırımcıların ve politika yapıcıların dilinden düşmese de, sahadaki gerçekler bu söylemleri pek doğrulamıyor. Özellikle “gıda ve tarım geleceğin sektörü” denilerek pazarlanan bu alanda, aslında üretim yapan çiftçiler değil, onlara üretim yapmaları için mal ve hizmet satanlar kazanıyor.
Traktör satıcısı kazanıyor, gübre ve ilaç firmaları kazanıyor, mazot satanlar kazanıyor. Ama tarlada sabahın ilk ışığıyla işe koyulan, iklimle, hastalıkla, borçla mücadele eden çiftçi kazanamıyor. Çünkü bu sistemin kazananı çiftçilik değil, çiftçiden geçinenler.
Bu noktada acı bir gerçek de var ki, gençler bu tabloyu çok net görüyor. Türkiye’de tarımda çalışanların yaş ortalaması 50’nin üzerinde. Bu, gençlerin çiftçiliğe mesafeli durduğunu değil, açıkça yüz çevirdiğini gösteriyor. Çünkü genç bir insan neden sabah akşam alın teri döküp sonunda zarar etsin? Neden bir yıl boyunca gözü gibi baktığı ürünün fiyatını kendisi değil, masa başında alınan bir karar belirlesin?
Devletin tarım ürünleri üzerindeki fiyat politikası da bu durumu iyice çıkmaza sokuyor. Üretici maliyetine yaklaşan bir gelirle yetinmek zorunda kalıyor. Buğday üreten çiftçiye hak ettiği fiyat verilmezken, ekmeğin fiyatı düşük kalsın diye baskı uygulanıyor. Halbuki üretici kazanmazsa, bir gün tüketici de bulamaz hale gelir.
Tarımın stratejik önemi sık sık vurgulanıyor ama çiftçinin bu zincirdeki değeri göz ardı ediliyor. Gıda güvenliğinden söz ederken, gıdayı üretenin güvenliğini sağlayamıyoruz. Bu şekilde devam ederse, bir gün traktörlerimiz, gübrelerimiz, ilaçlarımız olacak ama tarlaya gidecek insan bulamayacağız.
Tarımda yatırım yapmak isteyenler, üretim değil, destekleyici sanayilere yöneliyor. Bu da gösteriyor ki sistemin kendisi çiftçiliği değil, çiftçiden alınacak payı önemsiyor.
Sonuç? Çiftçilik değil, çiftçi kaybediyor. Ve eninde sonunda hepimiz kaybediyoruz.
YORUMLAR