Türkiye’de Atatürk’ü konuşmak hâlâ bir cesaret eylemidir. Aradan yüz yıl geçmiş olmasına rağmen, adı geçtiğinde hâlâ zihinlerde ikiye bölünen bir yankı oluşur: bir kesim onu kutsallaştırır, diğeri ise lanetler. Bu kadar keskin bir ayrışma, Atatürk’ün kişiliğinden çok, Türkiye toplumunun tarihsel ve sosyolojik yapısına aittir. Çünkü Atatürk, yalnızca bir kişi değil, bir dönüm noktasıdır — imparatorluktan ulus-devlete geçişin bütün sancılarını, umutlarını ve kırılmalarını üzerinde taşımış bir simgedir.
Tarihsel Dönüşümün Sosyolojik Derinliği
Atatürk’ü anlamak, sadece onun yaptıklarını okumakla değil, o dönemin sosyolojik bağlamını çözümlemekle mümkündür. Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılın sonlarında artık çözülme sürecine girmiş bir “çok kimlikli yapıydı.” Bu yapının dağılma süreci, yalnızca siyasi bir çöküş değil; aynı zamanda zihinsel bir yıkımdı. Din, imparatorluk, sadakat, ümmet gibi kavramlar yerini millet, devlet, yurttaşlık gibi modern kavramlara bırakmak zorundaydı.
Bu dönüşüm kolay olmadı. İmparatorluk kültüründen ulus-devlet bilincine geçmek, bir toplumsal kimliğin kökünden yeniden inşa edilmesi anlamına geliyordu. Atatürk ve arkadaşları, bu yeniden inşayı sadece bir politik devrimle değil, bir zihinsel devrimle gerçekleştirmeye çalıştılar. Harf devriminden laikliğe, hukuk reformundan eğitimdeki sekülerleşmeye kadar her adım, bireyi devlete, aklı inanca, bilimi dogmaya karşı konumlandırma çabasıydı.
Fakat her devrim, kendi gölgesini de yaratır. Cumhuriyet devrimi, eşitlik ve akılcılık ilkeleri üzerine kurulmuş olsa da, bu süreçte Dersim, Zilan gibi trajediler yaşandı. Modernleşmenin bu “şiddetli yüzü”, sadece Türkiye’ye özgü değildi; Fransız Devrimi’nin giyotinleri, Rusya’nın Bolşevik infazları da aynı tarihsel zorunluluğun izlerini taşır. Devlet inşası, ne yazık ki çoğu zaman insan bedeliyle tamamlanır. Ancak burada asıl mesele, bu bedelin sistematikleşip kalıcı bir tahakküm aracına dönüşüp dönüşmediğidir.
Mit ve Karşı-Mitin Toplumsal İşlevi
Sosyolojik açıdan bakıldığında, Türkiye’de Atatürk imgesi iki uç arasında sıkışmıştır. Devletçi, resmi ideoloji Atatürk’ü bir dokunulmaz mit haline getirirken; karşıt ideolojik kutup onu şeytanlaştırılmış bir figür olarak konumlandırmıştır. Bu iki zıt imge, birbirini besleyerek toplumun ortak tarih bilincini felç etmiştir.
Bu durum, Türkiye’de tarihsel tartışmaların neden sürekli “duygusal reflekslerle” yürütüldüğünü de açıklar. Atatürk üzerine konuşmak, bir tarih meselesinden çok bir kimlik beyanına dönüşmüştür. Bu nedenle toplumda Atatürk’e dair konuşmalar genellikle “bizden misin, onlardan mısın?” kalıbına sıkışır. Oysa sosyoloji bize şunu öğretir: Bir toplumu anlamak, kutsallarıyla değil, çelişkileriyle mümkündür.
Atatürk’ün mitolojik bir karaktere dönüşmesi, aynı zamanda devletin meşruiyet kaynağının “tarihin kendisi” üzerinden inşa edilmesi anlamına gelir. Cumhuriyet’in uzun yıllar boyunca uyguladığı resmi tarih anlayışı, eleştiriyi bastırmış; böylece eleştirinin yerini dogma almıştır. Buna tepki olarak ortaya çıkan karşıt kesim ise, Atatürk’ü eleştirmenin ötesine geçip onu inkârın nesnesine dönüştürmüştür. Her iki tutum da sosyolojik açıdan irrasyoneldir, çünkü tarih ne tapınılacak ne de lanetlenecek bir alandır — yalnızca anlaşılacak bir süreçtir.
Modern Türkiye’de Atatürk’ün Yeniden Keşfi
Bugün gelinen noktada, Türkiye toplumu Atatürk’ü yeniden değerlendiriyor. Uzun süredir iktidarda olan muhafazakâr politikalar, halkın önemli bir kesiminde beklenen adil, ahlaklı ve liyakatli düzeni tesis edemedi. Bu başarısızlık, doğal olarak “Cumhuriyet aklının” yeniden hatırlanmasına neden oldu. Ancak bu dönüş, duygusal bir nostalji değil, akılcı bir refleksin sonucudur.
Atatürk’ün mirası bugün “kurtarıcı bir mit” olarak değil, bir kurumsal vizyon olarak yeniden anlam kazanmaktadır. Laik eğitim, bağımsız yargı, liyakat esaslı yönetim, kadınların toplumsal konumu gibi değerler; modern Türkiye’nin hâlâ ulaşamadığı, fakat özlemini duyduğu hedeflerdir.
Bu yönüyle Atatürkçülük, bir ideolojik aidiyet değil, rasyonel bir yönetim biçimi arayışı haline gelmiştir. Halk artık bir “kurtarıcı lider” değil, adaletli kurumlar istemektedir. Ve bu talep, Atatürk’ün Cumhuriyet’le inşa ettiği kurumsal zeminle kesişmektedir.
Atatürk ve Ahlaki Sınav
Atatürk dönemini anlamak, aynı zamanda bir ahlak sorgulamasıdır. “Zulüm yapmadan devlet kurulabilir mi?” sorusu, tarihsel olduğu kadar evrensel bir sorudur. Fransız Devrimi’nde de kan dökülmüştür; Lenin’in Rusya’sı da kendi evlatlarını yutmuştur. Dolayısıyla Atatürk’ün dönemindeki sert uygulamaları, dönemin koşullarını hesaba katmadan yargılamak, tarih bilinciyle bağdaşmaz.
Ancak bir diğer gerçek de şudur: Bugünün yöneticileri, o dönemin “zorunluluklarını” mazeret olarak kullanamaz. Çünkü artık ne imparatorluk çöküyor ne de ülke işgal altındadır. Atatürk’ün yaptığı hatalar, bir doğum sancısının parçasıydı; bugünün hataları ise bilinçli bir tercihin sonucudur.
Sonuç: Tarihi İdeolojiden Kurtarmak
Atatürk’ü anlamak, onu sevmek ya da yüceltmek değil; tarihsel ve toplumsal bir süreci bütünlüklü okumaktır. Türkiye’nin en temel sorunu, tarihi ideolojik savaş alanına çevirmesidir. Oysa tarih, kimliklerin değil, derslerin alanıdır.
Bugün cemaatlerin, tarikatların ve çıkar ağlarının sardığı bir ülkede Atatürk’ün akıl, bilim ve hukuk eksenli vizyonu hâlâ bir toplumsal ihtiyaçtır. Bu vizyonu yeniden hatırlamak, geçmişe dönmek değil; geleceğe tutunmanın belki de son imkânıdır.
Atatürk’ü anlamak zor, evet. Ama toplumsal geleceğimizi korumak istiyorsak, bu zorluktan kaçamayız. Çünkü tarih, ideolojiye kurban edilemeyecek kadar değerlidir.


YORUMLAR