Bir ülkenin adaletini anlamak için mahkeme salonlarına ya da anayasa kitaplarına bakmanıza gerek yok. Sadece sokaklarında dolaşın. Evlerin kapılarına, pencerelerine bakın. Eğer insanlar kapılarını üç yerden kilitliyor, balkonlarını demirlerle örüyorsa; orada kanun vardır belki ama adalet yoktur. Çünkü gerçek adalet, insanların kendini güvende hissettiği yerlerde yaşar. Kilitlerin çoğaldığı yerde güven değil, korku egemendir. Ve korkunun hüküm sürdüğü yerde hukuk sadece bir prosedürdür, vicdanın değil gücün eseridir.
Toplumsal huzurun bozulduğu yerde suç artar. Ancak suç, yalnızca bireysel ahlaksızlıkların sonucu değildir. Suç, çoğu zaman adaletsizliğin ve eşitsizliğin dışavurumudur. İnsanların suça yönelmesi, çoğunlukla hayatta adil bir yer bulamamalarından kaynaklanır. Bir toplumda suç yaygınsa, orada önce fırsat eşitliği yok olmuş, sonra da eğitim sistemi çökmüştür.
Eğitimin bozulduğu yerde ahlak geriler, empati yok olur. Çünkü eğitim sadece bilgi öğretmek değil, insanı insan yapma sürecidir. Bu süreci tamamlayamayan birey, yalnızca kendini düşünen, başkasının hakkını hiçe sayan bir varlığa dönüşür. Böyle bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplumda ise, adaletin yerini zorbalık alır.
Empatinin kaynağı çoğu zaman sanattır. Sanat, insanı inceltir, yavaşlatır, düşündürür. Başkasının acısını duyumsama yetisi verir. Bir çocuğun, bir annenin, bir işçinin, bir mültecinin hikâyesini dinlemeden, onu anlamadan adil olunmaz. Bu yüzden sanat, toplumun vicdanıdır. Sanatın sustuğu yerde empati de ölür; empati öldüğünde ise adalet artık sadece yazılı bir kurallar bütünüdür.
Ve böyle toplumlar, giderek basit şeylerden zevk almaya başlar. Düşünsel uğraşların, derin duyguların yerini, anlık tatminler alır. Din, milliyetçilik, tüketim, şiddet ve cinsellik gibi kolay erişilen duyguların esiri olunur. Bu da halkın ruhsal derinliğini yitirip içi boş bir kalabalığa dönüşmesine yol açar. İşte o noktada artık halk değil, yığın vardır. Yığınlar adil olamaz, çünkü düşünemez.
Adalet; kanunla değil, vicdanla başlar. Yasaları uygulamak yetmez, o yasaları adilce yaşatacak bir halk gerekir. Bilge yargıçlara dönüşmüş bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplumda gerçek adalet doğar. Aksi hâlde adalet, sadece güçlü olanın işine yarayan bir kılıfa dönüşür.
Bugün sokaklarımız demirle örülüyorsa, anneler çocuklarını dışarı salarken içleri titriyorsa, insanlar bir yabancının gözlerine güvenle bakamıyorsa… Orada artık sadece suç değil, vicdan da örgütlü biçimde kaybedilmiştir. Ve vicdanını kaybetmiş bir toplumda ne yasa ne din ne gelenek adalet sağlayabilir.
Kapılarımızı güvenle açık bırakabildiğimiz bir ülke hayal ediyorsak, önce kalplerimizi eğitmeliyiz. Adaletin yolu kilitleri çoğaltmaktan değil, korkuları azaltmaktan geçer. Bunun için de önce insanı anlamamız, sonra da insan kalmamız gerekir.
YORUMLAR