Teknolojik gelişmeler hayatımıza büyük kolaylıklar getirdi. Ancak bu hızlı değişim, toplumun algı ve davranışlarında köklü dönüşümlere sebep oldu. Öyle ki, yeni nesil ile eski nesil arasında derin bir uçurum oluştu. Bu kopuş sadece kuşak çatışması değil, aynı zamanda kültürel bir yozlaşmanın da habercisi oldu.
İnsanın doğayla olan kadim dostluğu, modern yaşamın hızında zayıfladı. Küresel ısınma, bozulan dengeler, gıdasızlık ve susuzluk artık gündelik hayatımızın gerçeği. Kendi ellerimizle doğayı tahrip ettikçe, aslında kendimizi de tüketiyoruz. Yine de hayat devam ediyor; doğaya olan sevgimizi ve saygımızı hatırlamak zorundayız.
Eski Türk yazıtları bu konuda bize büyük dersler verir. Birinde şöyle denir:
“Kuzu dizlerinin üzerine çökerek annesini emer, karga yaşlı annesini besler; bunun adı saygıdır.”
“Horoz şafak vakti öter, yaban kazları her bahar kuzeye, her sonbahar güneye uçar; bunun adı söz tutmaktır.”
“Yeşilbaşlı ördek eşini kaybettikten sonra yeni bir eş bulmaz; bu sadakattir.”
“Geyik otlağa rastladığında sürüsünü davet eder, karınca yiyecek bulduğunda kolonisini çağırır; bu adalettir.”
Ve yazıtın sonunda şu ağır hüküm vardır:
“İnsan bu erdemlere sahip değilse, hayvandan beter bir halde yaşıyordur.”
Bir Türkmen duası ise bu bilgelikten beslenir:
“Tanrım, önce dağa taşa ver, ormana, hayvanlara, suya ver. Ondan sonra insanlara, komşuya, muhtaç olana ver. Kalırsa en son bana ver.”
Bu dua, insanın doğayla uyumlu bir yaşam sürmesi gerektiğini, kendini merkeze koymadan önce çevresini gözetmesi gerektiğini hatırlatır.
Sonuç açıktır: Eski bütün gelenekler kötü değildir. Tam tersine, çoğu bize yol gösterecek değerler taşır. Kültürel yozlaşma, insanın acısını ve yalnızlığını artırır. Oysa doğanın erdemleriyle barıştığımızda, hem kendimizi hem geleceğimizi kurtarabiliriz.
YORUMLAR