İnsan; genetik mirasın aktarımlarıyla, anne rahiminde yazılan ilk hikâyesiyle ve aile çatısı altında geçen çocukluk yıllarının izleriyle hayata başlar... İlk 7–10 yıl arasında zihin, akıl, duygu ve davranış kalıpları büyük ölçüde şekillenir. Bu dönemde deneyimlenen çaresizlikler, fark edilmeden içe yerleşen “ben yapamam, halledemem, başaramam, çözüm yok...” inançları zamanla "öğrenilmiş çaresizliğe" dönüşür. Çaresizlik uzadığında ise sadece davranışı değil, bilinci de mühürler; sorgulamayan, soru sormayan bir kabulleniş hâli üretir. İşte tabuların, değişmez sanılan doğruların ve bazen fark edilmeden inşa edilen putların temeli de burada atılır.
Ne var ki insanın kalbi akletmeye ve tefekküre başladığında, zihinin prangaları yavaş yavaş gevşer. Sorular doğar, merak uyanır, anlam arayışı ve sorgulama başlar. Kur’an bu uyanışa şöyle işaret eder: “Hiç akletmez misiniz?!...” (Bakara 2/44) Bu çağrı, insanı içsel muhasebeye ve bilinci öz'ü'gürleştirmeye davet eder...
Fakat modern zaman, bu açığı yeni bir cepheden de hedef aldı: Dijital ağlarla örülmüş kapitalist ve postkapitalist sistem, insanın geçmişten getirdiği "öğretilmiş yetersizlik" duygusunu keşfetti ve bunu sürekli beslemeye başladı. Artık manipülasyon yalnız “ben çaresizim” üzerinden değil, “ben yetersizim/eksiğim!!!...” üzerinden daha da yoğun bir şekilde yürütülüyor. Standartlaştırılmış beden ölçüleri, estetik kalıplar, görünürlük ve beğeni yarışı; kadın ve erkeği öz'ünden uzaklaştıran yeni bir baskı alanı inşa etti e metalaştırdı. Kadının ruhu, aklı, duyguları, sezgisi ve üretken dişil enerjisinin öne çıkması gerekirken; ona sürekli “dış görünüşün eksik/orantısız, bedenin hatalı, ölçülerin yanlış/çirkin” telkinleri verildi. Erkekler de bu görsel kurgulara bağımlı ve tutkulu kılındı. Böylece herkes, öz'de var olan kıymeti, değeri ve hazineyi göremeyecek kadar dışa döndü, metalaştı ve körleşti ne yazık ki...
Bu baskı sadece ruhu küçültmedi; insanı kendi bedenine ve fıtratına karşı savaş açmaya kadar götürdü...: Ağır estetik operasyonlar, kimlikten kaçışlar, bağımlılıklar, kozmetik kullanımında çılgınlık, geri dönüşü olmayan müdahaleler; pişmanlıklarla dolu karanlık çukurlar üretti. İnsan, kendini bir "beden projesi" olarak görmeye zorlandıkça; yaratılışını bir “eksiklik” gibi hissetti. Oysa vahiy, insanın kıymetini başka bir yerden tanımlar: “Andolsun biz insanı en güzel surette yarattık.” (Tin 95/4) Bu ayet, estetik değil ontolojik bir güzellikten ve değerden söz eder: biçimin ötesinde bir öz, biricik bir yaratılış mühürü, ilahî bir varlık ve değer… Fakat insan bu değeri Rabbiyle ilişkisinden kopardığında, içine doldurulan yetersizlikler onu yeniden savunmasız ve aciz bırakır.
İşte bu yüzden gerçek denge; insanın kendini değil, Rabbini yüreğinin ve hayatının merkezine almasıyla kurulur. İman ve teslimiyet, çaresizlikten de yetersizlik baskısından da kurtuluşun, dengeye gelmenin ve dengede kalmanın anahtarıdır. Çünkü teslimiyet pasif bir boyun eğme değil, bilinçli bir dayanmadır: “Ben sınırlıyım ama dayandığım sonsuz ve sınırsız.” Kur’an bunu şöyle özetler: “Kim Allah’a dayanırsa O, ona yeter.” (Talak 65/3) Hakk'ikatte sabit kalmak, dosdoğru yürümek ve fıtratla barışık bir bilinç geliştirmek; bu dayanmanın sonucudur. Bu dayanış bizi yargıdan uzak, merhamete yakın bir sorumluluk bilincine taşır. İnsanlara “eksiksin” demek yerine, “özünde eşsizsin çünkü seni Alemlerin Rabbi yarattı ve sen O'nun biriciğisin.” diyebilmeyi öğretir. Bizler; ailemize, çevremize, dostlarımıza ve danışanlarımıza bu bilinci taşımakla yükümlüyüz. Dışlamak, ötekileştirmek değil; hakk'ikati nezaketle, duygusal destekle, kimlik ve beden takıntılarına temas etmeden anlatmak… Çünkü her insanın içine yerleştirilmiş ilahî bir emanet vardır: akleden bir kalp ve öz'ü'gürleşmeyi bekleyen bir bilinç, içimizdeki resûl! Hatırla onu.
İnsanlığın bugünkü sınavı, sadece “çaresizlikten çıkmak” değil; “yetersizlik hipnozuna düşmeden hakk'ikatte sabit kalabilmek”tir. Bunun yolu; soruyu kaybetmeden teslimiyeti, teslimiyeti kaybetmeden tefekkürü, cevapları ıskalamadan yaşamı sürdürebilmektir... Çünkü hakk'ikat; meşalenin ışığında yürüyenlerin değil, meşaleyi kalbinde taşıyanların ulaştığı öz'el yerdir. O ışığın yakıtı ise imandır, yönü vahiydir, dengesi teslimiyettir... Emin OL...
Y'ol'umuz her daim sev'gi'de buluşsun ve selâm ol'sun Can'lar...
Peri'han Taşdemir...
...
..
.


YORUMLAR