İlkokula giderken hayatım iki ayrı ders arasında bölünmüştü: bir öğün okula, bir öğün hocaya—Arapça dersine. Bizim kuşak iyi bilir; eskiden okullar bir yıl sabahçı, bir yıl öğlenci olur, bu düzen her yıl değişirdi.
Mesela bir yıl sabah gelip öğlen gidenler, sömestr tatilinden sonra öğle gelip akşam giderdi. Öğlen-akşam gidenler ise ertesi dönem sabah-öğleye dönerdi. Hâl böyle olunca ben de okul saatlerime göre, günde bir öğün hocaya gitmek zorunda kalırdım. Bu durum benim için epey zorlayıcıydı.
Eğer o yıl öğlenci isem, her sabah Süleymaniye Mahallesi’ndeki evimizden çıkar, aşağı çarşıda bulunan Kıbrıs Tekkesi Camii’ne giderdim. Arapça dersinden sonra yeniden eve döner, yemek yer, hazırlanır ve Hızmalı Mahallesi’ndeki İsmet Paşa İlkokulu’na yetişmeye çalışırdım. Bu koşturmaca yüzünden kimi zaman okula geç kaldığım olurdu. İstemeden… Elimde değildi.
Sonradan vefat ettiğini duyduğum, Allah rahmet eylesin, Kemal Evliyaoğlu adında bir öğretmenimiz vardı. Bir abisi de Cemal Evliyaoğlu idi; aşağı çarşıda, Haşimiye taraflarında doktorluk yapardı. Kemal öğretmen, her geç kaldığımda bana mutlaka sorardı:
“Hoca, nereden kaldın?”
Ben de mahcup bir ifadeyle,
“Öğretmenim, hoca geç bıraktı ama yetiştim. Kusura bakmayın,” derdim.
Bana hep “hoca” diye hitap ederdi.
Yine bir gün okula geç kalmıştım. Sınıfa girdim. Öğretmenim sert ama alaycı bir sesle:
“Hoca nerede kaldın, yine geç kaldın. Bu iş böyle olmaz. Ya hocayı bırak ya okulu… Ama sen en iyisi hocayı bırak, sadece yaz tatilinde hocaya git. Yoksa bu böyle gitmez,” dedi.
“Tamam öğretmenim,” deyip yerime geçecektim ki, arkamdan sesi geldi:
“Gel buraya, gel… Nereye kaçıyorsun?”
Elimde çantamla yanına gittim. Öğretmen sınıfa döndü ve yüksek sesle sordu:
“Çocuklar, şimdi hocaya ne ceza verelim?”
Sınıf bir anda karıştı.
Birileri bağırıyordu:
“Tek ayak üstünde dursun öğretmenim!”
Bir başkası:
“Sopa dayağı!”
Ötekiler başka cezalar öneriyordu.
Öğretmen birden bağırarak hepsini susturdu:
“Susun! Tamam… Ders bitene kadar tek ayak üzerinde dursun.”
Sonra bana döndü:
“Hoca, kusura bakma. Ders bitene kadar ayakta bekleyeceksin ki bir daha geç kalmayasın.”
Utançtan ve heyecandan tek kelime edemedim. Ayağımı kaldırdığım anda sınıfta büyük bir gürültü koptu. Herkes pencere tarafına baktı. Pencerelerden birinin camı olduğu gibi aşağı düşmüştü.
Öğretmen hemen pencereye koştu. Zaten yakındı. Dışarı baktı; kimse yoktu. Üstelik taş atıldığına dair ne bir iz ne de bir ses vardı. Taş atılsaydı mutlaka anlaşılırdı. Sınıfa döndü:
“Taş sesi duyan oldu mu?” diye sordu.
Hep bir ağızdan:
“Hayır öğretmenim.”
Bu kez bana döndü, gülerek:
“Hoca, sen ne yaptın? İyi ki seni dövmedik. Bir de dövseydik herhalde sınıf başımıza yıkılırdı!” dedi.
Sonra elini sallayıp ekledi:
“Git yerine otur hoca, git. Bir daha seninle uğraşmam.”
Yerime geçtim.
O gün, kırılan o cam sayesinde cezadan kurtulmuştum.
Ve yıllar sonra dönüp baktığımda, hâlâ o camın sesini hatırlarım; sanki beni koruyan görünmez bir el gibi…


YORUMLAR