Yaşadığımız çağ, insanı yürümeye değil koşmaya ikna eden bir çağ. Durmak neredeyse bir kusur, yavaşlamak bir başarısızlık gibi sunuluyor. Her şey hızla akmalı: görüntüler, fikirler, ilişkiler, hatta duygular. Haz ise bu akışın yakıtı; kısa, parlak, çabuk tüketilen ve hemen yenisiyle yer değiştiren bir haz. Böyle bir zeminde soluklanmak, sadece fiziksel bir ihtiyaç değil, zihinsel ve ahlaki bir direniş hâline geliyor.
Hız, ilk bakışta özgürlük gibi görünür. Daha çok şeye daha çabuk ulaşmak, daha az beklemek, daha az sabretmek… Oysa zamanla fark ederiz ki hız, seçme hakkımızı elimizden alır. Ne izleyeceğimize, ne düşüneceğimize, neye üzüleceğimize bile biz karar vermeyiz; akış karar verir. Zihnimiz, sürekli uyarılan bir yüzeye dönüşür. Derinlik ise bu yüzeyde barınamaz. Algılarımız bu hız içinde hakikate kapanabilir.
Haz da benzer bir yanılsama yaratır. Mutlulukla karıştırılır, oysa çoğu zaman yalnızca uyuşturur. Gerçek mutluluk, insanı kendine yaklaştırırken; hızlı haz, insanı kendinden uzaklaştırır. Bir sonraki videoya, bir sonraki onaya, bir sonraki tüketime yönlendirir. Tatmin değil, bağımlılık üretir. Ve bağımlı zihin, susmayı da düşünmeyi de öğrenemez.
Bu çağın en büyük illüzyonu belki de şudur: Sürekli meşgul olmanın “yaşıyor olmak” sanılması. Oysa insan, en çok durduğunda fark eder kendini. Bir metnin içinde oyalanırken, bir sessizliğin ağırlığını taşırken, bir sorunun cevapsızlığına tahammül ederken… İşte o anlarda, hızın ve hazın örttüğü iç ses yeniden duyulmaya başlar. İnsan kendisiyle buluşmanın şaşırtıcı keyfini yakalar.
Yavaşlamak, dünyadan kopmak değildir; dünyayla daha sahici bir bağ kurmaktır. Her şeye yetişmekten vazgeçip, bir şeye gerçekten yetişmeyi seçmektir. İllüzyonlardan uzak durmak ise hayatı renksizleştirmez; aksine, sahte parlaklıklar çekildiğinde geriye kalan gerçek renkleri görünür kılar.
Belki de bugün en devrimci eylem, bir adım geri çekilip soluklanmaktır. Telefonu bir süreliğine susturmak, aceleyle fikir üretmemek, her çağrıya cevap vermemek…Sanal medyaları bırakıp, bir dost sohbetine dalmak... Çünkü insan, ancak yavaşladığında derinleşir; derinleştikçe de hızın ve hazın sahte vaatlerini ayırt etmeyi öğrenir. Böylece kontrol sisteminin dışına çıkar, özgünlüğünü yaşar. Kendi kararlarını kendi verir; kendi olur.
Ve sonunda şunu fark eder: Hayat, kaçırılacak bir akış değil; içinde durulacak bir anlamdır. Derin okuma, derin düşünme, derin hissetme artık bilinçli bir direnişle mümkün olur. Hız çağında yavaşlamak bir lüks veya ayrıksı olmak değil, bir varoluş tavrıdır. Yüzeyselliğin normalleştiği bir düzende derin kalabilmek, sessiz ama güçlü bir itirazdır. Ve ironik olan şu: Bu düzenin yani haz ve hız çağının bizden sakladığı “iç hazineler”, tam da tahammül edemediğimiz o ilk sıkıntı anının hemen arkasında duruyor. Oraya geçebilenler için büyük ödüller vaad ediyor.


YORUMLAR