Havanın gittikçe bozulduğu kara, simsiyah bulutların yoğunlaştığı demlerde, kendimi kışın acımasız şartlarında yolda kalmış aciz biri gibi hissederim. Muhayyilem iradem dışı lahuti alemlere doğru gezintiye çıkmıştır. Hele elimde bir de edebi bir iştahla okuduğum bir kitap da varsa... İşte o zaman yolculuğunun hâllerine kendimi gark ederim. “Heideggerr’in Kulübesine Yolculuk” kitabı (İbrahim Kalın), içindeki felsefik yorumlar bir yana, apayrı bir noktada, beni böyle bir ruh halinden yakaladı. Hayal gücüm zaten pek işlektir. Zihnim ise her türlü kayıttan azade...
Bir kış günü, eğer bir yolcu olsam, karlar içinde belli belirsiz görünen bir kulübe görmek beni inanılmaz mutlu ederdi şüphesiz. Çünkü insan, en çok üşüdüğünde inanır bir yere varabileceğine. Çabasını belki en çok bu anlarda harekete geçirir. Ama bu kulübeye varmak mümkün mü gerçekten? Yoksa sadece yürüyebilmek için uydurduğum bir bahane mi? Yol uzundur; karda yürümek zordur, ayaklar ağırlaşır, nefesler kısalır. Varıp varamayacağımı bilmeden yürürüm. Çünkü durmak, soğuğun hükmünü kabul etmektir.
Bu birden farkına vardığım çok derin bir imge. Aslında anladığım şey bir kulübe değil; bir umut, bir sığınak, belki de bir anlam arayışı. Kış günü yolculuk, insanın en çıplak hâlidir:
Soğuk, yorgunluk, belirsizlik… Bunların içinde uzaktan seçebildiğim kulübe, “devam etmeye değer” duygusunu verir bana. İmkansızlıklardan imkânların varyasyonlarına davet eden büyük bir umut. Beni inanılmaz mutlu eden şey, oraya varıp varamayacağım değil; onu görebilmiş olmamdır belki biraz. Ama sorularımın asıl ağırlığı burada başlıyor:
Vardığımda beni ne bekler? Sıcak mı, yoksa hayal kırıklığı mı? Belki ikisi birden. Belki de sadece aynadaki hâlim: yorgun, ama hâlâ hayatta. Bulduklarımdan mutlu olur muyum, yoksa elime geçene lanet mi ederim? İnsan çoğu zaman laneti, umudunun büyüklüğü yüzünden eder. Ama yine de oraya girmeden bilemem. Bilmem için yürümem gerekir. Yürümem ve tecrübelerimi biriktirmem gerek.
Çünkü bir insan, bir yere varmak için değil; yolda olmak zorunda olduğu için yürür. Durduğunu sansa bile yürümektedir; zira dünya hayatı macerası sürmektedir. Ne ki dünyada durulacak durak yoktur. İnsan yürürken ol’ur. Hâlden hâle geçer, ateşlerde yanar, soğuklarda buz tutar ama yine de yazgısı olan yolculuğu biteviye sürdürür, sürdürmek zorundadır.
Kışın karın içine boğulmuş yolcu için uzaktan görünen kulübe umut verir; varmak şart değildir. Çoğu kulübe yaklaştıkça dağılır. İnsan yine de yürür, çünkü durmak ölümdür. Daha felsefî bir açıdan bakılırsa: Kulübe, yolcunun kendine söylediği bir yalandır. Varılabilir olsun diye değil, yürüyüş sürsün diye vardır. İçinde ne olduğu değil, uzaktan görünmesi kurtarır insanı. Ve insan müebbet bir yolcudur.
Varoluşçu bir karanlığı da ifade edebilir aynı zamanda: Karın içinde beliren kulübe, gecikmiş bir tesellidir. Vardığında soba sönmüştür, sıcak yoktur; sadece yorgunluğun adı değişir. Yine de yol bitmez. Çünkü bir insan, affı olmayan bir yolcudur. Dünya onun sürgünüdür.
Karın içinde beliren kulübe, insanın kendine geç kalmış bir vaadidir. Vardığında sıcağı bulamaz; sadece soğuğun, kendinden uzaklaşmışlığın dili değişmiştir. Duvarlar sığınak değil, yüzleşmedir. Ateş yanmaz; çünkü yanacak olan zaten çoktan yanmıştır.
Yol bitmez. Çünkü yol, insanın dışındaki bir şey değildir. Nereye varırsam varayım, kendime ulaşırım. Ve insan, kendisinden şartlı tahliye ile çıkamaz. Bu yüzden yürür; biraz umutla aslen, hükümle. İnsan, varoluşa mahkûm edilmiş bir yolcudur.
Yine de sormaktan vazgeçmem; Varabilecek miyim?
Evet, ama muhtemelen hayal ettiğim hâlimle değil. Ben dediğim kimliğim değişim geçirmiştir. Yol onu hâlden hâle koymuştur. Belki adam etmiştir. Yol her zaman düz de olmaz; bazen yön değiştiririm, bazen geri dönmek zorunda kalırım. Bazen ortasında kaldığım fırtınanın, karın tipinin azizliğine uğrar, gecikirim. Varış, çoğu zaman fiziksel bir kapıdan içeri girmekten çok, “artık kaçmıyorum” dediğin andır.
Peki, vardığımda beni neler bekliyor olabilir?
Büyük ihtimalle sıcak bir şömine değil. Belki kırık bir pencere, belki sönmüş bir ateş. Çünkü hayat, sığınakları bile çoğu kez eksik ve işlevsiz bırakır. Ama orada beni bekleyen bir şeyler mutlaka vardır:
Durabilme izni...
Sessizlik...
Kendimle baş başa kalma cesareti...
Mutlu mu olacağım, lanet mi edeceğim? Belki ikisi birden... Önce hayal kırıklığı gelir, kapımı çalar; “Bunun için mi geldim?” Sonra fark ederim: Soğukta donmamışsam, bu bile yeterlidir. İmkânlarım henüz tükenmemiş! Mutluluk, kulübenin kusursuzluğunda değil; yolun beni buraya kadar getirmiş olmasında saklıdır.
Belki en acı ve en gerçek cevap şu olur:
Kulübe beni kurtarmaz. Ama belki yola devam edebilmemi sağlar. Ve bazen insan, tam da bunu ister. Ol’mak cesaretini kuşanarak kulübeden çıkıp yolculuğumu sürdürürüm. Bir başka kitapla başka yolculuklara çıkarım...Vesselam...
Şükran HEKİMOĞLU TAŞDELEN


YORUMLAR